Güzel bir yaz günüydü. Güzel bir parkta, denizi
farklı tonlarıyla izleyebileceğim bir banka iliştim. Hani insanın düşünmeye
ihtiyacı olur da düşünmek için bir mekana muhtaç kalır. Tam sevdiğim gibi bir
yerdi. Yüzümde tatlı bir sıcaklık… Şımarık martıların sesi, parkta oynayan
çocuklarınkine karışırken yavaş yavaş sıyrıldım bu dünyadan. Düşünüyordum. İçim
sıkılıyordu ama düşenebildiğim için mutluydum. Böyle bir manzarayı içime çekmek
hoştu.
İçim sıkılıyordu. Çünkü kendimi liman gibi
hissediyordum. Gemileri kıskanıyordum. Demirini atan bir süre sonra alıp başını
gidiyordu. Düşünüyordum…
Kaç gemi geçerse geçsin hep limansındır. Gelenler
gidenler, gelirler giderler sen hep ordasındır. Kimi gelir yükünü boşaltır.
Kimi gelir yükünü alır. Gelen bir şeyler koparır senden, giden ruhunun yükünü
üstüne boşaltır. Elin kolun bağlıdır. Gidenin ardından elini bile
sallayamazsın.
Hiç düşünmeden sarfedilir “Hoşça kal.” “İstiyor
musun?” diye sorulmaz. En sık kullanılan, en çok duyulan, en anlamsız; iyi bir
dilek olmayı başaramayan bir istek olur bazen. “Hoşça kal”
Kalmak istemezsin. Giden seni yanına almak da
istemiyordur. Ruhun onunla gider, bedenin kal denilen yerde kalır. Alınırsın. “Gitme”
diyemezsin. Susar ve her gidenin ardından daha da yalnızlaşırsın. “Güle güle”
diyemezsin, bazen de demezsin. Aldığın en büyük intikam bu olur bazen. Gideni
iyi bir dilekten mahrum bıraktığını sanırsın.
Hep giderler. Tonlarca yükü ruhunun üstüne boca
ederek terk ederler. Giden gittiğinden memnun. Kalanın hali sadece Allah’a
malum. Zaman geçer, kaç defa “Hoşçakalmaya” mahkum, kaç defa olduğun yere
sürgün edildiğini bile unutursun. Sonra gidenleri unutursun. Sonra unutursun.
Ne zaman bir hatıra lazım olup ta elini attığında hafızana hiçbir şeyin
kalmadığına şahit olursun.
Yalnızlığının en derin anında hatıralardan da
yoksunsundur artık. Yalnızlığını unutmak için kendini unutmak zorunda
hissedersin. Çünkü kendini unutursan yanına bir dost aramayacağını fark
edersin. Fark ettiğin anda varlığının farkına varırsın. Farkında olmadan
kendini unutmaya çalışırsın ve çalıştıkça farkındalığın artar.
Çektiğin acı
artar. “Sarhoş olmalıyım”, “uyuşmalıyım” dersin. O zaman unutacağını hayal
edersin. Bir adım sonrasında ayılacağını fark ettiğinde sarhoş olmaktan da
vazgeçersin.
Şimdi ne zaman biri “hoşça kal” dese, ağır bir
hakarete maruz kalmış gibi burkuluyor içim. Hoşçakalan olmak… Ne büyük bir
zulüm… Sokaklarım yalnızlığın istilasında kalmışçasına bir iç savaşa sürükleniyorum.
İsyanın eşiğinde duygularım gözlerimden fışkırıp kalbimi sular altında
bırakacakmış gibi hissediyorum.
Zaman en iyi ilaç derler. Bir merhem gibi sürebilir
misin gidenin bir parçanı koparıp gittiği yere. Bir şurup gibi içebilir misin
hazmedemeyişine. Dilinin altına koyup kalbini dizginleyebilir misin hap gibi.
Zaman akar, zaman geçer… Ama sen hep olduğun yerde bekliyorsan ve
gönderdiklerin artık dönmeyecekse ve hala yenilerini gönderiyorsan ve hala
yalnızsan, zaman seninle alakalı bir kavram değildir. Zamanın problemi
cesetledir ve sen cesetten bir fazlasıysan, zaman sadece bir göstergedir.
Gidenin gittiğinden beri ne kadar gittiğini gösteren bir gösterge… Sen hep
hoşçakalansan zaman yekpare bir acıdır içinde.
“Hoşça kal” en riyakar temennidir benzerleri
arasında. Gidenin gidişini gizleme çabasıdır. Bir dua değildir mesela “Allah’a
emanet ol” gibi. Emanet edersen sahiplik beyan edersin. “Allah’ım benim adıma
ona bak, onu koru” dersin. O duada gizli bir dönmek olur. “Kendine iyi bak”
desen, “Sen bana lazımsın” anlamına gelir. “Görüşmek üzere” desen “bekle” veya
“gel” veya “buluşma” saklar içinde. Hani “hoş geldin”deki “hoş” ile “hoşça” kelimesi
bir birine yaklaşmaz bile. Giden hoş kalmanızı değil “hoş gibi” olmanızı ister.
Gidişinden memnun kalmanızı da istemez. Üzülmenizi ama hoş gibi durarak
şirinlik yapmanızı ister.
Güzel bir yaz günü, güzel bir parkta bir bankın
üstüne oturursunuz. Öyle bir manzara vardır ki ruhunuz zevkten zevke uçar.
Mutlu olursunuz. Tam kalkıp oradan ayrılmak için hareketlendiğiniz sırada en
sevdiğiniz pantalonun arkasına bir sakız yapıştığını fark edersiniz. O güzel
tatlı hislerden sonra canınız sıkılır ve o sakız orada yapışıp kalır. Ne
yapsanız kalır lekesi. Hoşçakalmak ruhunuzda kalan o leke gibidir işte.
İstemeseniz de eliniz oraya gider ve söküp atmak istersiniz lekeyi. Sonra ne
zaman güzel bir manzara görseniz içiniz sıkılır. Manzaradan önce oturacağınız
yeri kontrol edersiniz. Aklınızda sakız lekesi…
Şimdi yalnızlığımı bozmamaya dikkat ediyorum. Ne
zaman “hoş geldin” diyecek olsam “hoşçakalan” olmanın tedirginliği düşüyor
aklıma. Gelenler şaşırıyor paranoyaklığıma. Kötü olan ben oluyorum.
Misafirperverliğim beğenilmiyor. Diyemiyorsun ki “hoşçakalmak” istemiyorum.
Emir Fatih Karaşahan - Ankara
http://twitter.com/emirfatih
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkür ederim. En kısa zamanda kontrol ederek yayınlamaya çalışacağım. İyi günler...